|
|
| Bar 2 ~ | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Dahlia E. Blãzej Le Dahlia Noir Sahibi
Mesaj Sayısı : 36 Yaş : 30 Kayıt tarihi : 18/01/09
| Konu: Bar 2 ~ Ptsi Ocak 19, 2009 3:29 pm | |
| Karışıklık olmaması için ayrı ayrı bar başlıkları var. Barda ben varım. Rp'lerinizin içine beni de katabilirsiniz. Ya da isterseniz yalnızca benimle Rp yapabilirsiniz. | |
| | | Howard Jagger Gelecek Postası Editörü
Mesaj Sayısı : 54 Kayıt tarihi : 12/01/09
| Konu: Geri: Bar 2 ~ Perş. Ocak 22, 2009 9:55 pm | |
| Yağmur Yağıyor Ruhuma
Ey meraklı ve kuşkucu okuyucu! Nasıl rüyaların vardır? Renkli, seni gökkuşağına bindirerek hayal dünyasının olmayan sınırına götürecek rüyalar, değil mi? Normalde bütün insanların rüyaları böyle olur zaten. Hele muggleların… Büyücülerin rüyaları onlara ziyaden çok daha karanlıktır. Bunun nedeni de karanlığı onlardan daha iyi tanıyor olmalarından başka bir şey değildir. Meraklı okuyucu, neden sana böyle dediğimi bile merak ediyorsun değil mi? Meraklısın çünkü bu konunun neden açıldığını öğrenmek için, için içini yiyiyor. Neyse, endişelenme. Seni daha fazla merakta bırakamayacağım.
Onun rüyaları yoktu, rüya görmezdi. Onun yerine kâbusları vardı, karanlık, sonsuz ve karadelik misali insanın ruhunu yutan. Uyuyordu, kâbuslarına aldırmadan. Merak konusuydu onun gibi bir cadının uykusuna bu kadar düşkün olması. Onun yerinde bir başkası olsaydı asla uyuyamazdı o kâbuslar yüzünden. Ama bundan daha büyük bir merak konusu vardı ki, o da, Howard gibi neşeli bir cadının düşlerinin, nasıl olup da böyle karanlık, kasvetli olduğuydu. Ofisinde, çalışma masasına dayanmış uyukluyordu. Kollarını birbirine dolayarak kendine yastık yapmıştı. Bir büzülüp bir eski haline dönen ince kaşlarından, uykusunda pekiyi şeyler görmediği anlaşılıyordu. Dolgun, pembemsi dudakları hafifçe aralanmıştı ve derin derin soluyordu. Gri, erkek tişörtünün altından, sırtından soğuk terler döküyordu. Ne görüyordu acaba? Onu uykusunda ne huzursuz ediyordu bu kadar? Gözleri aniden fal taşı gibi açıldı. Uyanmıştı işte sonunda. Parlak mavi gözleri iri iri açılmış, masanın yanındaki pencereye dikilmişti. Pencere açıktı ve içeriye girmeye çalışan rüzgâr, önce tül perdeyle çetin bir mücadeleye giriyor, onu şişiriyor, yırtarak geçeceğini sanıyor, ardından yanıldığını anlayarak geri çekiliyordu. Aslında geri çekilmiyor, bir sonraki saldırı için gücünü toparlıyordu ama geri çekiliyormuş gibi görünerek tül perdeyi kandırmayı amaçlıyordu. Nedense bu o an için Howard'a bir vals gibi geldi. Tül perde ve rüzgârın dansı… Doğruldu ve içinin ürperdiğini hissetti. Ellerini kollarına dayayarak bir süre sürttü ve ısınmaya çalıştı ama başarılı olamayınca vazgeçti. Bunun yerine ayağa kalktı ve pencereye ilerleyerek kapattı yavaşça. Bir müddet durduğu yerden dışarıyı seyretti. Hava olduğunca güzele benziyordu, sanki Howard'ın ruhunu tüm İngiltere'ye göstermek istercesine. Ruhunu temsil ediyorlardı onun, tüm kabuslarına rağmen, korku ve endişelerini görmezden gelen, özgür ruhunu… Kim bilir, kendi gibi olan kaç kişinin ruhunu da temsil ediyorlardı? O tek tük, bembeyaz, pamukları andıran ve üzerinde uzanıp hayaller kurma isteği uyandıran bulutlar içlerinde neler barındırıyor, hangi haykırışları, hangi sevinççığlıklarını dile getirmek için bekliyorlardı? Huzursuz uykusundan dolayı çatık olan kaşları yavaş yavaş eski ahline dönerek kalktı ve hışımla masaya geri döndü. Kendini meşeden yapılmış, ancak ince zevkleri olan birinin seçebileceği, bordo kadife kaplı sandalyeye attı. Ne çok sert ne çok yumuşak… Derin bir iç çekerek duvardaki saate baktı. Anne tarafından büyük büyükbabasından kalma o saat, bildiğine göre 11. yüzyıldan kalmaydı. ”Hmm… Sanıyorum baya uyumuşum...” diye söylendi kendi kendine. Dün gece burada mı uyumuştu? Boynunun neden ağrıdığı, tutulduğu belliydi o zaman. Neden eve gitmemişti ki? Ah, doğru! Kendini cisimlenemeyecek kadar yorgun hissediyordu. Dün o kadar çok iş yapmıştı ki… Kendisine işlerinde yardımcı olacak biri yoktu. Ya bugün? Yeni bir gün, yapılacak yeni işler... Bugün hiç çalışmak istemiyordu. Zaten son zamanlarda etraf öylesine durgundu ki, Gelecek Posta gibi prestij sahibi bir gazetenin basabileceği cinsten haberler zar zor bulunuyordu. Ve içinden, derinliklerinden gelen bir ses bunun 'fırtına öncesi sessizlik' olduğunu söylüyordu. Şimdilik o sese güvenmekten başka çaresi yoktu. Gerçi herhangi bir fırtınada istiyor değildi ama bazen şartlar istekleri değiştiriyordu. Meşeden yapılmış, 1600lü yılların zevkiyle el yapımı işlemelerle kaplı masanın çekmecelerinden birine, cebinden çıkardığı asasıyla iki defa tıklattı ve Latince iki kelime söyledi. Bir şifre, içindeki tüm düşünceleri açık açık döktüğü tek yere izinsiz girişleri engelleyecek bir sihir… Çekmeceyi açtıktan sonra, içindeki her şey düzenle yerleştirilmiş olan çekmeceden, siyah kaplı, eski bir defter çıkardı. Defterin üzerinde, hemen ortasında muhteşem bir el yazısıyla 'Howard' yazıyordu. Defteri açtı ve bomboş, hafif sararmış ilk sayfaya yazmaya başladı. *Belki de içeri doğru yolculuk eden birçokları gibi ayrıntıların peşinden sürüklenmeliyim. Bilindiği halde söylenmeyen gerçeklerin arasında, korkunun düzeni ele geçirdiği yıllarda şüpheyi hep içimde yaşamam gerekecek, değil mi?Çünkü şüphelerimiz olmasa çoktan tükenmiştik!* Anlamsızdı yazdıkları ama zaten en çok da bu anlamsızlığı seviyordu Howard. Anlamsızlığın içinde sakladığı derin anlamların arasına saklanmayı... Bittiği zaman tüy kalemini mürekkep okkasının içine koydu. Çirkin el yazısına şöyle bir göz gezdirdi. Zeki insanların güzel yazıları olduğunu okumuştu bir yerde ama galiba bu pek kendisi için geçerli bir şey değildi. İşte o anda defter emdi tüm yazılanları, sanki aslında hiç yazılmamışçasına. Ardından cevap verdi Howard'a, klasik cevap veren tüm defterlerin yaptığı gibi sahibinin anılarına göz kulak olacaktı bundan sonra. *Yine mi kâbus gördün? Bu sefer ne ile ilgili?*Yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Hatırlamıyordu ki. Kâbus görüp görmediğinden bile emin değildi. Tüy kalemini tekrar aldı eline. Fakat ansızın içini kaplayan garip bir duyguyla bıraktı kalemi elinden. Hani insanların içinde bazen beliren ve tüm düşüncelerini karartan, incecik hüzün vardır ya, öyle bir histi. Olması gereken yerde değilmiş gibi hissediyordu. Artık yazmak istemiordu. Nazik bir şekilde defteri kapattı ve aynı serenatla çekmeceye geri koydu. Latince sözler vesaire vesaire… Yavaşça yerinden kalktı ve kıyafetini düzeltti.
Düşlerin Ötesindeki Düşler
Bu güzel günden yararlanmalıydı. Yüzünden aptal, yorgun ifadeyi silerek -en azından çalışarak, çünkü hala bitkin bir hali vardı- her zamanki neşeli mimiklerini getirdi. Cisimlenmek yerine yürümeyi tercih etmişti. Zaten sevmezdi pek cisimlenmeyi. Yürümek, ayaklarını hareket ettirmek; kaynağı belirsiz güçler yerine kendine ait, tanıdığı olan ayaklarına güvenerek 'özgürlüğe doğru' emin bir adım atmak demekti. Basit bir yürüme eylemine bile neler yükleyebiliyordu böyle. Bir sre sokaklarda amaçsızca dolandıktan sonra Knockturn Yolu'na gelmişti. Yüzüne 'çok sinirliyim' ifadesini yerleştirmiş, fazla dikkat çekmemeye çalışarak, tehlikeli bir cadıymış gibi davranmıştı Dahlia'nın yerine kadar. Burası pek ona göre bir yer değildi aslında. Açıkçası olması gereken kişi olamıyordu bir türlü ve olduğu kişi olarak kalıyordu hep. Bu tür yerler için fazla yumuşak başlı olduğunu düşünür ve Knockturn Yolu'nda gördüğü kişilerden on bir yaşında bir çocuk gibi korkardı hala. Peh! Nasıl kendisine yetişkin diyebiliyordu?! Ama işin kötüsü bazen onlarla konuşmak zorunda kalmasıydı. Neyse, işlerin altından kolaylıkla sıyrılmasını iyi beceriyordu. Madem aslında bu kadar ödlekti -gaza geldiğinde aptal cesareti sergilemediği zamanlarda- niçin geliyordu? Bunun cevabı da oldukça basitti. Haber buralardan çıkardı daha çok ama bir neden daha vardı. Bu barı seviyordu. Kapıyı hızla açıp içeriye girdiğinde istemdışı olarak derin bir soluk aldı. Barın o kendine has, karanfil ve alkol karışımı zıt kokusu genzini doldururken rahatsızlık duymadı bundan. Koyu renk ahşap döşemeler gıcır gıcır cilalanmış gibi duruyordu adeta. Yüksek bar sandalyelerinden birine attı kendisini. Eski, bez sırt çantasını da büyük bir bezginlikle tezgahın üzerine koydu. "Selam!" Sesi ise görünümünün tam aksine oldukça canlı çıkmıştı. Karşısındaki kıza baktı; Dahlia. Kendisinden büyük olmasına ve kişiliklerinin pek çakışmamasına rağmen sohbet etmeyi seviyordu onunla. Ya da son olayları genellikle ondan öğrendiği için seviyordu. *Yok canım! O kadar da çıkarcı değilim!* diye düşündü. Ve eklemeyi de unutmadı. *Yoksa öyle miyim?* Kollarını iki yana açarak oturduğu yerde hafifçe doğrularak gerindi ve esnedi hemen ardından. Hafif dişlek olduğunu gizlemek için de hemen ağzını kapadı. "Bugün epey yorgunum. ama bunun nedeni günümün yorucu geçmesi değil." Bunları söylerken yüz ifadeleri değişiyor, mimiklerini sürekli oynatıyordu. Önce ekşitiyor, ardından da kaşlarını kaldırıp gözlerinin içine bakıyordu Dahlia'nın. Otuz yaşında olduğunu biliyordu onun. Kendisi henüz Hogwarts'la tanışırken o, kim blir okulda ne maceralar yaşayarak mezun olmuştu. Masum bir yüzü vardı ama o yüzün altında neler taşıdığını kimse bilemezdi muhtemelen. Howard, Dahlia'yı ne kadar tanıyordu? Belki biraz, belki hiç bile denemeyecek kadar az.
En sonunda dirseklerini tezgaha dayadı ve çenesiniellerinin arasına alarak sabit bir şekilde durdu. Kısa bir süreliğine elbet... "... hiçbir şey..." diye devam etti sözlerine. "... hiçbir şey yapmadım ve yoruldum. Merlin'in donu! Bir insanın sadece mal mal etrafta dolaşarak bu kadar yorulabileceğini tahmin etmezdim." Güldü kendi kendine. Gülmek için karşısındakinden de herhangi bir tepki bekleyenlerden değildi. Şeklini yeniden değiştirdi dirseklerini çekerek önünde kavuşturdu arkasına yaslanırken. "Umm... Her neyse, sanırım senin özel kokteylinden alacağım yine. Bağımlılık yapan bir tadı var. Bu arada, sana nasıl olduğunu sormadım, değil mi? Gevezeliğe o kadar dalmışım ki..." | |
| | | Dahlia E. Blãzej Le Dahlia Noir Sahibi
Mesaj Sayısı : 36 Yaş : 30 Kayıt tarihi : 18/01/09
| Konu: Geri: Bar 2 ~ Salı Ocak 27, 2009 3:23 pm | |
| 'Hey, sen! Orada dur! Dur dedim sana!'
Genç adam koşmayı bıraktı, yerinde öylece durdu. Diğeri ise titrek elinden neredeyse düşecek olan muggle silahını ona doğrultmuştu. Daha önce birbirlerini hiç görmemiş, bir aileleri olup olmadığını bile bilmiyorlardı. Genç adam elindeki muggle silahını sarsa sarsa, yavaş adımlarla siyah cübbeli, kukuletalı, ince ama güçlü adamın yanına doğru ilerliyordu. Onlarla aynı konumda olan çok insan vardı belki, ama o an ikisi de kendini düşünüyordu şüphesiz. Ölüm yiyenin arkası dönüktü. Herhangi bir harekette bulunmuyordu. Arkasında ona yaklaşmakta olan ve yoldaşlıktan olduğundan şüphe edilmeyen adam bile onu neyin beklediğini tahmin edemiyordu. Ölüm yiyen teslim olacak bir adam değildi. Peki ama nasıl olmuştu da bir uyarıyla onu durdurabilmişti? Karşısındaki adam ölüm yiyenlerin en hızlısı olarak bilinirdi. Onun adı Hyéne'di. Fransızca bir kelime olan "la hyéne", kelime karşılığı olarak "sırtlan" anlamına geliyordu. Kendi aralarında taktıkları bu lakap kısa sürede o adamın gerçek isminden daha bilindik hale gelmişti. Bu yüzden herkes onu Hyéne diye bilirdi. Bu adamın gerçek adını bilen sayılı insan da tarihe gömülmüştü çoktan. Diğer ölüm yiyenler Hyéne'in arkasında kalmıştı. Ona yetişmek herkesin başarabileceği şeylerden değildi. Genç yoldaşlık üyesinin arkasındakiler ise dört bir yana dağılmış onu arıyordu. O ise Hyéne'in peşinden gitmişti. Neredeyse onun kadar hızlı birini görmüş olmak Hyéne'i şaşırtmıştı doğrusu. Yoldaşlık üyesi, elindeki muggle silahını nasıl kullanacağını biliyor olmalıydı ki, bir çıt ses duyuldu. Hyéne yavaş yavaş arkasını döndü, siyah maskesinin ardındaki buğulu kara gözleriyle ona yetişebilmei başarmış olan bu genç yoldaşlık üyesini şöyle bir süzdü. Ardından alaycı bir sesle konuşmaya başladı.
'Beni o işe yaramaz muggle silahıyla mı öldüreceksin evlat? Evet, sanırım o şeyin su fışkırtanlarından muggle mahallesinde bir çocuğun elinde görmüştüm.'
Genç adamın suratı büzüldü, kaşları çatıldı. Hyéne ile karşı karşıya gelmek için henüz çok genç olduğunun farkına varması uzun sürmemişti. Ama hızlı olması onun suçu değildi. Titreyen elleriyle ondan beklenmeyecek bir cesaretle cevap verdi.
'Üzgünüm ama bu su fışkırtanlarından değil.'
Hyéne maskenin arkasından sırıttı. Bu genç adam onu fazla uğraştırır mıydı acaba? Karargahta yapılması gereken çok iş vardı. Yoldaşlık üyesine doğru bir adım attı. Adam gerilemiş, ama istifini bozmamıştı.
'Olduğun yerde kal, Hyéne! Yolun sonuna geldin!'
Demek yolun sonuna gelmişti. Birbirlerini hiç tanımasalar da, belki birbirlerini bir daha hiç görmeyecek olsalar da bu iki adam birbirlerini o kadar dikkatli süzüyorlardı ki. Asla unutmayacakmış gibi. Hyéne bir adım daha attı. Genç adam tedirginleşmeye başlamıştı. Ardından bir adım daha, bir adım daha ve bir ışık parıltısı.. Ardından acı bir çığlık. Kim ölmüş, büyü kime isabet etmiş, büyüyü kim yapmış belli bile değildi. Herkes kendini bir an öldü sanmıştı neredeyse. Ama yere yığılan Hyéne olmuştu. Genç yoldaşlık üyesi şaşkındı. Tetiğe basmamıştı bile. Üstelik gelen ses silah sesi de değildi. Yere yıkılan adamın arkasına baktı ve hayal meyal, cisimlenmekte olan bir adam gördü. Elindeki silahı cebine koyup hızla oradan uzaklaştı yoldaşlık üyesi. O sırada ortalık çarpışan büyülerin, yere yığılan ölüm yiyen ve yoldaşlık üyelerinin sesleriyle dolmaya başlamıştı.
Herhalde babasının ölümünün parçalarını birleştirdiğinde kafasında oluşan olaylar bütünü buydu. Evet, işte Dahlia'nın babası bu şekilde ölmüştü. Daha doğrusu ne şekilde ölmüştü ya da kim tarafından öldürülmüştü kimse bilmiyordu ama yine de anlatılanlara göre olay böyle olmuştu. Masalardan birine kendini atmış, iyice yayılmış bir şekilde camdan dışarı bakıyordu.Elinde babasının tarifi olan içkiyi tutuyordu. Ne zaman bu içkiyi içerek hayallere dalsa, aklına hep babası geliyordu nedense. Ölen ve öldüğü sanılan akrabaları arasında en çok özlediği insan olmasının nedenleri hayli çoktu. İçkiyle arası babası sayesinde küçük yaşta bu kadar iyi olmuştu en önemlisi. Yoksa geçinebilmesi çok daha zorlaşabilirdi. İçkisinin bitmek üzere olduğunu gördü. Sabahın bu saatlerinde cadı ve büyücüler daha yeni evlerine dönüyor oluyorlardı bazen ama bu genellikle hafta sonları olurdu. Bu yüzden bugün yeterince boştu dükkan. Dahlia da kendine zaman ayırabilmişti böylece. Elindeki kadehi musluğa atıp eliyle çalkaladıktan sonra yukarı, kendi odasına çıktı. Burayı seviyordu. Hoş, çok keskin olmayan içki kokusu, çatı katı olmasının verdiği tahta kokusuyla birleşmiş ve sakinleştirici bir aromaya dönüşmüştü. Dahlia çeşitli içkilerin, tüplerin, kapların, parşomenlerin ve tüy kalemlerin olduğu masaya geçti. Kendini çok yaratıcı hissetmiyordu aslında. Bir kaç başarısız denemeden sonra ayağa kalktı ve aynasının karşısına geçip kendine çekidüzen verdi. Sabahçılar birazdan doluşmaya başlarlardı. Ah, burayı seviyordu. Yalnız olmayı da.
Merdivenlerden aşağı inip bara geçtikten kısa süre sonra içeri tanıdık bir yüz girdi. Zaten tanıdık olmayan yüzler buraya çok fazla uğramazlardı. Hoş Dahlia, birkaç kez adı geçmiş olsa da tanırdı insanları. Hem içeri giren kişi tanınmayacak gibi de değildi. "Gelecek Postası Editörü Howard Jagger" Buraya fazla uğramazdı. Uğradığı zamanlarda ise Dahlia'dan son haberleri alır, birkaç kadeh içer, etrafını seyreder ve küçük notlar alırdı. Çok geç olmadan da giderdi. Dahlia, kendi hayatının çok sıkıcı olduğunu söyleyemezdi. Ama kendinden en az 4-5 yaş küçük bu genç kadın için hayatın daha zevkli bir halde olması gerektiğini düşünmeden edemiyordu. Belki evlenmeli, çoluk çocuğa karışmalı, arada bir çıkıp içmeli ve kendi hayatına bakmalıydı. Onun gibi bir kadın için normal yaşam tarzı bu gibi görünüyordu. *Hah! Düşündüğüne bak! Sanki sen öyle yapmışsın gibi.* diye geçirdi içinden. Ardından yüzüne bir gülümseme yerleştirdi ve siyah elbisesinin çok da fazla yere sürünmemesi için elinden geldiğince yerden kaldırarak kadının yanına doğru yaklaştı. Elinde unuttuğu sarı bezi anca o zaman fark etti.
'Hoşgeldin Howard. Erkencisin.'
diye sordu. Onunla uzun bir muhabbete gireceğinden emindi. Bu kadınla sohbet etmekten hoşlanıyordu. Ama ağzından bir şey kaçıracak olmaktan da korkmuyor değildi. Aslında böyle bir şey yapması mümkün değildi ama yine de her an her şey olabilir, Dahlia bile söylememesi gereken bazı şeyleri söyleyebilirdi. Metamorfmagusluğu, ölüm yiyenliği, ailesi ve bunun gibi kişisel şeyler hakkında tek bir kelime bile etmemesi gerekiyordu. Kadın masaya oturdu, Dahlia ise ayakta duruyordu. Yorulduğunu söylemişti Howard. O an Dahlia da pek enerjik olmadığını fark etti. Ama faydası yoktu. Enerjik olması ondan başka herkesin umrundaydı bu yüzden öyleymiş gibi görünmeliydi.
'Belki de yürümeyi değil cisimlenmeyi tercih etmelisin Howard. Ama bu biraz yaşlı işi kaçıyor herhalde.'
O sırada genç kadın içeceğini sipariş etmişti. Dahlia başıyla bir işaret yaptı ve bara doğru ilerledi. Etrafına bakındı. Bunu yapmak alışkanlık olmuştu. İçeri giren herkesi teker teker süzüyor, tehlikeli olabilecek, onu tanıyabilecek ya da kim olduğunu bilebilecek biri var mı diye inceliyordu. Günün bu saatinde bara gelmiş olan insanlar son derece zararsız görünüyorlardı. Dahlia tebessüm etti. Parmağıyla içkileri doldurdu ve kısa sürede Howard'ın yanına döndü.
'Ben.. İyiyim. Sanırım uzun zamandır uyumuyorum. Ama bilirsin, burada olmayı seviyorum. Önemli olan da bu. Peki ya sen? Belli ki işlerin çok yoğun.'
Kim kime "yeni ne var?" diye soracaktı acaba. Genelde buradayken bu soruyu Dahlia yanıtlardı ama öyle görünüyor ki dışarıda da bu sorunun çok kez sorulduğu kişi Howard'dı. Bu yüzden birşey söylemek istemedi. İçkiyi kadının önüne kendininkini de tam karşısına koyduktan sonra sandalyeye oturdu. Nasıl olsa henüz çok kişi gelmemişti dükkana. Gelmiş olanlar ise içkilerini içip keyiflerine bakıyorlardı. Bu yüzden Dahlia'nın Howard'a ayıracak vakti vardı. | |
| | | | Bar 2 ~ | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|